3 Kasım 2009 Salı

Bilinç

Bilinç, Kişinin kendisine, yaşantılarına, çevresine, öteki kişilere, bir bütün olarak içinde yaşadığı dünyaya ilişkin farkındalığı, yaşanan deneyimlerden kendiliğinden doğan kendinin farkında olma görüngüsü; 2.öznenin duygularına, algılarına, bilgilerine ve kavrayışlarına bağlı olarak kendini anlama, tanıma ya da bilme yetisi; 3.bilme edimi ile bilinen içerik arasındaki ilişkiyi her ikisini de içerecek biçimde bir üst düzeyde kurabilme becerisi; 4.acı çekme, isteme, bekleme, düş kırıklığına uğrama, korkma gibi belli bir nesnesi bulunan bütün “geçişli” yaşama edimlerini olanaklı kılan ana ilke; 5.düşünen öznenin kendisine dönerek, kendisini kendi düşünceleri ile kavraması, kendisine bir başkası olarak dışarıdan bakabilmesi durumu; 6.“içebakış” yoluyla zihnin kendi deneyimlerinin gerçekliğini kavrama edimi; 7.zihinsel yaşamın geçmiş duyumları, algıları, bilgileri bellekte tutma yeteneği; 8.kişinin kendi içinde yaşadıklarına ya da dışarıda olup bitenlere yönelik incelmiş sezgisi, bütün yaşadıklarına ilişkin genel görüşü; 9.üzüntü, sevinç, hüzün gibi tek tek yaşantı durumlarına ilişkin kendilik izlenimleri, şeylerin kişiye nasıl göründüğüne yönelik görüngübilimsel yaşantılar bütünü.
Tanımlaması daha çok doğrudan olmasından ziyade dolaylı yollardandır (farkındalık gibi) ve birçok farklı şeyi ifade edebildiği için zordur. Çünkü bilinç ağırlıklı olarak kişisel bir deneyimdir. “Canlı maddenin öğretimini denetleyen özel bir öğretmendir, bazen yeterince eğitilmiş olan öğrencisi, öteki görevleriyle uğraşmak için yalnız bırakır” şeklinde basit ve anlamlı tanımlamaları da varsa da, “bir kişinin kendi varlığının/var oluşunun, duyularının, düşüncelerinin, çevresinin farkında olması” olarak da tanımlanır. İç durumumuzu sorgulayarak bir şeylerin farkında oluruz ve bilinçli bir varlık olduğumuzu hissederiz ve bilincin en önemli noktası da budur. Bilinç, çoğu kez "farkında olma, farkındalık" ile aynı anlamda kullanılır. Yani bilinçli kabul edilen varlıkların “nesnel/dışsal gözlem” ve “öznel/içsel gözlem”leri vardır. Öznelci kuramların tuzağına düşmemek elde değildir. Bilincin bütün tanımları temelde hep aynı gibidir. Ama her tanım “eski bir şişede yeni bir şarap gibi” sunulur. Ya da bazıları “görüntüyü kurtarmak” adına öne sürülmüşlerdir. Tanımı yapacak bir doctor universalis (evrensel bilgin) bulmak mümkün değildir. Ya da bekleyeceğimiz ani bilgisizlikten, ani bilgili bir duruma geçme, ani bir kavrayış (anagnoresis) mümkün gözükmemektedir.

Hayır demeyi bilmiyorsunuz

Hayır demeyi bilmiyorsunuz
Neredeyse ezik bir kişiliğiniz olmak üzere. Çünkü insan kaybetmemek için, gelen bütün taleplere evet demek gerektiğini zannediyorsunuz. Bu yanlış bilinç, kendi ihtiyaçlarınızı görmezden gelmenize, enerjinizi hep başkaları için harcamanıza neden oluyor. Boşverin, siz bir talebine hayır dediniz diye sizi terk edecek insanlarla olmayın zaten. Hem arada bir siz de bir şeyler talep edin ki insanlar varlığınızın farkına varsınlar. Çok cömert ya da açık yürekli olabilirsiniz, ama siz de en nihayetinde bir insansınız.

27 Ekim 2009 Salı

üsküdar selimiye cami

İstanbul Üsküdar'da 1801 yılında III. Selim tarafından yaptırılan cami. Dikdörtgen geniş bir avlunun içinde yer alır. Kuzey, güney, doğu ve batıdan birer girişi vardır. Esas girişi batıdan olup, buraya on basamaklı bir merdivenden çıkılır. Ana mekanın üzerini örten kubbe tuğla ile örtülmüştür ve üzeri kurşun kaplıdır. Batı cephesinde iki katlı hünkar daireleri vardır. Mermer sütunlar üzerine oturan bu dairelerden sağdaki Padişah'ın namaz kılması, soldaki ise dinlenmesi ve ziya
Bu konu (Üsküdar Selimiye Cami) ile ilgili bilginin devamı ansiklopedi sayfalarında yer almaktadır. Tümünü okumak için buraya tıklayınız.

CHP; ekmek karnesi, Kur'an kurslarına yapılan baskınlar, idam sehpaları

İnönü ve Tek Parti Dönemi:
İsmet Paşa Cumhurbaşkanlığı döneminde siyasi hayata tek başına hakimdi. Milli şef olan İnönü politikayı bizzat ve doğrudan doğruya idare ediyordu. Onun döneminde Meclis formaliteden ibaretti.
Vergi oranları yüksekti. Aslında Halk parti yönetimi vergi tahsildarı ve jandarmayla özdeşleşmiştir. Zorla tahsil ediliyordu. Vergisini vermeyenler jandarma zoruyla çalışma kamplarına gönderiliyordu. Burada esir gibi muamele görüyorlardı. Masraflarını mükellef kendisi çekiyordu. Ücretinin bir kısmı vergiye kesiliyordu. Kadınlarda bu uygulamaya maruz bırakıldı.
İnönü'nün karakteri ekonomiye yansımıştı. Döneminde dış borçlar dört misli, tüketim mallarının fiyatı beş misli artmıştı.
Kampa gönderilenlerin bir kısmı ölmüş, kalanların sağlığı bozulmuştu.
Zenginler için özel vergi türü getirildi.
Herşey karneyle satılıyordu. Stokçular da türemişti. Ekmek karneyle alınıyordu. Şeker, çay yoktu. Elinde bir şeyi olandan elindeki alınıyordu.
Varlık vergisi diye bir vergi çıkarılmıştı. Bu vergi o kadar ağırdı ki, ödemeyenin malı haczediliyor veya ödemeyenler sürgün ediliyor, kampa gönderiliyor, ağır cezalar veriliyordu. Komünist Rusya'da olduğu gibi herşey karneye bağlanmış, ekmek yok, yağ yok. Halk fakir ve açtı, bu şartlarda II. Cihan Harbi tehlikesi ve halkın çektiği sıkıntılar işin cabası idi. Halktan toplanan hasat ve ürünler yok pahasına heder ediliyordu.
Tek parti diktatörlüğü halkı ezip canından bezdirirken adamlarını zengin yapıyordu. Yolsuzluk, usulsüzlük artarak devam ediyordu. Bu devirde sermaye kazanmak adet haline gelmişti.
II. Dünya Savaşı öncesi ülke korkunç bir savaş ekonomisinin içine sürüklenirken, liberalizm, hür teşebbüs, devletçilik vs. birbirine karışmakta idi. Türkiye'yi Almanlar'a karşı bir güvence olarak yanlarında gören batılılar, sonraları Sovyetler'e karşı bir tampon bölge, petrol bölgesi ve öteki askeri ve siyasi çıkarlarının sıçrama tahtası görmüşlerdi. Bu durum Nato'ya girişi beraberinde getirecek, Türkiye'yi ABD ve Batı'ya tam bağımlı kılacaktı. Aslında bir dönem Sovyet yanlısı, bir dönem Alman yanlısı ve BM'e girme uğruna Almanya ve Japonya'ya savaş ilânı ile Amerika yanlısı politikalar İnönü'nün eseridir. İnönü, "Milli Şef"lik döneminde adı konulmamış bir komünizmi uyguladı. II. Dünya Savaşı'na girebiliriz endişesi ile stoklanan buğdaylar savaş bitince millete dağıtılmak yerine denize döküldü.
İnönü döneminde, halka vesika ile 400 gr. ekmek verilirdi. Vesika almayan ise zaten açtı. Hatta adamın parası var, altını var. Bütün memleketi geziyor, çocuğuna getirecek ekmek bulamıyor. Aç yaşayacağına çocuklarını aç yaşatacağına hem kendisini hem çocuklarını öldürdüğü vakidir. İşte İnönü de bunları yapmıştı.
Savaş, İnönü'nün istediği gibi olmamış, II. Cihan Savaşı bitmiş, diktatör rejimlerin safı yenilmişti. Bu arada Sovyetler Birliği Türkiye'ye nota veriyor, Ankara ve Montrö anlaşmalarıyla doğu sınırlarımızda kendi lehlerinde değişiklik istiyorlardı.
Bu gidişat batıya yakınlaşmayı, çok partili siyaset hayatına geçişi ve Demokrat Parti'yi getirdi.

Bu kuşağa göre İslâmiyet; "Terakkiye mânidir. Bu dinle yola devam edilirse mahvolunacağı, kimsenin Türklere kıymet vermeyeceği." inancında idiler.
Bu şekilde düşünenlere tepki gösteren bir kısım kimselerde daha sonra takipten, hapisten, tacizden kurtulamamışlardır.
Halk partisi ve İnönü'nün tertiplediği kiralık adamların oyunu olan Menemen hadisesi bahane edilerek ülke çapında birçok din ve ilim adamı, samimi müslüman mahkeme edilmiş, bilhassa hiç ilgisi, bilgisi olmadığı halde İstanbul Erenköy'de inzivaya çekilmiş bulunan Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri ve oğlu Ali Efendi bu sebeple tutuklanmıştır. Daha sonra Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri hastanede, oğlu Ali Efendi ise idam sehpasında şehit olmuşlardı.
Yine Şapka kanunu'nun çıkmasından iki yıl evvel resmi izinle yazdığı "Frenk Mukallitliği" isimli kitaptan dolayı yasanın sonradan çıkmasına rağmen bu bahane ile İskilipli Atıf Hoca'nın idam edilmesi de düşündürücü ve üzücüdür.
Bu zâlimler zulmüyle nice nezih ve temiz insanları ortadan kaldırmak istediler. Gayeleri ulemâyı ortadan kaldırmak ve din-i İslâm'ı yıkmak.
Ve fakat Allah-u Teâlâ'da onların hepsini bir bir yere serdi. Âkıbetleri malûm.
Asırlardan beri büyük bir şevkle bağlı bulunduğu İslâm dininden Türk milleti uzaklaştırılmak istenmiştir. Böylece birlik ve beraberliğin en kuvvetli kaynağı kurutulmaya başlanmıştır.
"Reform, devrim, inkılap, yenileşme, yeni düzen" için mutlaka milletin geri kalmasına sebep imiş gibi gösterilen İslâm'dan uzaklaşıp kurtulmak gerektiğine inanılıyordu. Milleti; "Adam etmek, medenî yapmak ve ilerletmek için bu şarttı."
Günün yöneticileri ve yeni düzenin kurucuları doğulu olmayı reddederek, batılı olmayı tercih ediyorlardı.
Yeni yetişen nesiller, dinden, imandan, ahlâk ve tarih kültüründen yoksun olarak yetiştirildiler. Dininden ve milletinden nefret eder hâle getirildiler. Bu ters gidişi durdurmak isteyenler çeşitli şekilde durduruldular.
Dinine ve vatanına bağlı kimseler "Bağnaz, yobaz, gerici" olarak damgalanıyordu. Avrupa hayranlığında, dinsizlikte ileri gidenler de "ileri görüşlü, medenilik, çağdaşlık" adıyla taltif ediliyordu.

Adam kayırma, iltimas, rüşvet, devlet soygunu, gasb, hırsızlık, fuhuş, haksızlık, adam öldürme, vatana ihânet gibi kötülüklerin hepsi ortaya çıktı, önü alınamaz hâle geldi. Hayasızlık ve fâizle iştigal etmekte bunlardandır. Din kalkınca hayasızlık başladı. Hayasızlık ise küfür alâmeti idi.
Bir de haram lokmaya, fâize yönelindi. Yani bu millet fâizle iştigal etmesinden dolayı tamamen çözülmüş ve bu hâle gelmiştir. Ahlakî olarak çökmüştür. Yani halkın bugünkü durumuna sebep fâiz ve setri açmaktır.
Bu parti kendisinden başkalarına söz söyleme hakkı tanımıyor, karşıt tepkileri arkasına aldığı kurumlarla susturuyordu. Bu tavır uzun süre devam etti. Türkiye bu partinin çiftliği hâline getirilmişti.
Hindistan müslümanlarının, Kurtuluş Savaşı'nı desteklemek, halifeye bağlılıklarını göstermek için gönderdikleri yüklü paralar bu partinin temelini oluşturmuş, bu paralarla bir banka, bir de bira fabrikası kurulmuş, çiftliklere harcanmıştı. Opera ve bale okulları açılmıştı.

Vatanın İslâmî değerlerden kopartılması için kanunlar çıkartıldı. Halk Takrir-i sükûn ile bütün dini faaliyetlerden menedildi. Ezan Türkçe okunmaya başlandı. İbadetler, ezan ve namaz Türkçeleştirilmişti. Dinde reform yapmak üzere bir sürü yasalar çıkarıldı. Camilere sıralar konulacak, üstüne secde yapılacaktı. Namaz rekâtleri sekizi geçmeyecek, oruç tutup tutmamakta herkes serbest olacaktı. Hafızlık yapmak, arapça parçaları ezberlemek yasaktı.
Halk cenaze yıkayacak, cenaze namazını kıldıracak kimse bulamıyordu.
Araplar Türkleri arkadan vurdu denilerek Hacc yasaklanmıştı.
Kur'an toplatılmış, arşivler yakılmıştı. Camiler kapatılıyor, halkevleri açılıyordu. Kur'an kursları ve köy mektepleri kapatılıyor, Kur'an okumak ve okutmak yasaklanıyordu.
Hazret-i Kur'an-ı okutan hocayı jandarmalar döverdi, hakaret ederdi, mahkemeye sevk ederdi.
İnönü'nün isteği ile İstanbul'un Fethi'nin sembolü Ayasofya Camii bütün garb âlemini sevindireceği gerekçesiyle, 1934'te müze oldu. Bu arada Sultan Fatih'in duâsını hatırlatmak isteriz:
"Benim bu camimi camilikten çıkartan ve yaptığım vakfı bozanlar ebediyyen Allah'ın, meleklerin ve insanların lânetine uğrasınlar."
Bir çok camii de aynı âkıbete uğradı. Depo, ambar olarak kullanıldı. Bazı medrese ve kütüphaneler uzun zaman CHP'nin ocak merkezi olarak kullanıldı.
Sultanahmet camii bile İnönü döneminde 1939-1945 yıllarında Trakya'ya gönderilen erlerin sevkiyat merkezi haline getirildi. İçinde kazanlar kaynatılmış, ocaklar yakılmış, yemek pişirilmişti. Çinileri yanmış, kararmış, kimileri de kırılmıştı. Bu talandan hemen hemen bütün camiler payını almıştı. Onların onarımına Menderes hükümeti döneminde başlandı.
"Allah" diyemeyecek kadar imandan mahrumdu. Etrafındakilerin: "halk sizden Allah lâfzı duymak istiyor" sözlerine, sadece: "Allah'a ısmarladık, diyoruz ya!" diyebiliyordu. Devleti bütün kurum ve kuruluşlarıyla dinden uzaklaştırdı.
İşte Halk partisi demek bu demek.
Aslında Halk partisi deyince; ekmek karnesi, Kur'an kurslarına yapılan baskınlar, idam sehpaları hatırlanacaktır. Minarelerde Türkçe ezan okunmuş, dini herşey yasaklanmıştı.

Bu arada İtalyanlar 12 adalar sorununu görüşmek için Türkiye'yi davet ediyor, İnönü ise 12 adalardan vazgeçtiğini açıklayarak affedilmez hatalarından birisini daha yapıyordu.
İnönü devrinde parti devletin yürütme organı idi. Parti teşkilatı vali-kaymakamlara teslim edilmiş, bürokratik nitelikler kazanan partinin halkla ilişkisi tamamen kesilmişti. Öyle ki bakanlar, valiler, müdürler zeytinyağı, gazyağı piyasasında tekel kurmuşlar, karaborsacılıktan avanta almışlar, karne ile dağıtılan tüketim mallarını halka satarak zimmetlerine geçirmişlerdir.
Millet fakirliğe mahkum edilmişti. Pantolonlar yamalı idi. Takım elbise yaptıran pek azdı. Bir Abaza şöyle demişti: "Köyde bir ayakkabı alındığı zaman herkes onu giyerdi." İşte memleketin durumu bu idi.
Bu sırada Arap dünyası da karma karışıktı, ya manda egemenliğinde ya da batılıların işgali altında idiler. Araplar, İngiliz, Fransız, İtalyan mandası altına girmişlerdi. Türkiye kendi içinde inkılap, yoksulluk, iktidar muhalefet üçgeninde bocalarken, Araplar bağımsız değillerdi.
Onların bağımsızlık kazanmaları 1950'lere, 60'lara kadar sürmüş, ancak herbirinin başına münafıklar gelmişti. Onlar da halkı eziyor, sömürüyor, İslâmî değerlerden uzaklaştırıyorlardı. Yani dünyadaki bütün İslâm devletleri harap, bitap vaziyette, tam bir keşmekeş içinde idi.
Fakat onların yine bekledikleri lider ülke Türkiye idi, gönülleri bu vatanda idi. Ve fakat bu vatanın hali ise mâlûmdu.
1945'e doğru artık işlerin yürümediği iyiden iyiye anlaşılmıştı.
Mayıs 1945'de parti içinde bir muhalefet kanadı doğdu. Bütçe müzakereleri sırasında memurların kötü durumları, vurgunculuk, karaborsa, vergi sistemindeki bozukluk, bütçe açığı, pahalılık vs. sert eleştirilere uğradı. Sonuçta yedi CHP'li bütçeye red oyu verdi. Bunlar Menderes ve arkadaşları idi.
Hükümet bunalımdan çıkmaya çabalarken merkezde güçlenen muhalefet tedirginlik doğuruyordu.
1946'da Celal Bayar başkanlığında muhalefet doğuyor ve seçimlere katılarak DP şansını deniyordu. "Açık oy gizli tasnif"le İnönü yine kazandı. Fakat Menderes ve arkadaşları mücadelelerine devam ettiler.
CHP devamlı olarak oy kaybediyor, itibardan düşüyordu. Yönetimde yumuşamalar başlamıştı. İnönü döneminin Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu şöyle diyordu:
"1946 seçim kampanyasından çoklukla seçilip gelen CHP milletvekilleri bozuktular. Parti, ilk defa milletten bir zılgıt yemiş, sarsılmıştı. Uzun bir tek parti devrinin biriktirdiği hoşnutsuzluk yaygındı. Denilebilir ki halkın bir numaralı yakınması din hizmetleri ve din öğretimi bahsindeydi. Vatandaş, 'Ölü yıkayacak adam bulamıyorum.' diyordu."
CHP telâşa kapılmıştı. Bir şeyler yapmış olmak için okullara din dersi kondu, İmam-Hatip okulu ve İlâhiyat Fakültesi açılması kararı alındı.
1946'da ABD 100 milyon dolarlık alacağından vazgeçiyordu. Temmuz 1948 de Türk-Amerikan iktisadi işbirliği andlaşması imzalandı. Amerika'dan 5000 traktör alındı. Amerika ile yakınlaşmalar oldu.
Bütün bunlara rağmen gerek maddi, gerek manevi sıkıntılar artık Halk partisi ve İnönü'nün sonunu getiriyordu. Halk İnönü'den umudu kesmiş, Menderes'e bağlanmıştı.
Burada bunca sıkıntıları yaşayan halkın bu sıkıntıları unutmasını nankörlüğe bağlamak lâzım.
Millet nankör olursa herşeyi çabuk unutur ve belâ, musibet, zillet, fakirlik yine başına gelir.
Musa Aleyhisselâm'ın kavminden neler çektiğini, yahudilerin isyanını ve neticesinde çektikleri azapları Hazret-i Allah Kelâm-ı kadîm'inde haber veriyor:

Kızıldeniz'i karşıya geçen İsrailoğulları başlarında Musa aleyhisselâm olduğu halde Kenan diyarına doğru yola çıktılar.
Her ne kadar Musa Aleyhisselâm'a tabi olmuşlar ise de, Mısır'da iken putlara ve suretlere gözleri alışıktı. Daha henüz zihinlerine Tevhid yerleşmemişti.
"Gönülden putlara tapan bir topluluğa rastladılar. 'Ey Musa! dediler, onların ilâhları olduğu gibi bize de bir ilâh yap!' O da dedi ki 'Siz gerçekten cahil bir kavimsiniz. Onların taptıkları putlar bâtıl, bütün yaptıkları yok olmaya mahkûmdur. Allah sizi âlemlere üstün kılmış iken, ben size Allah'tan başka ilâh mı arayayım?" (A'râf: 138-140)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerin devamında şöyle buyuruyor:
"Hatırlayın o zamanı ki biz sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Onlar size işkencenin en kötüsünü yapıyorlardı; oğullarınızı öldürüp, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bütün bunlarda, Rabb'inizden size büyük bir imtihan vardı." (A'râf: 141)
Allah-u Teâlâ İsrailoğulları'nı ataları İsrail'den kendilerine miras olarak kalan Arz-ı mukaddes'te iskan edeceğini vadetmişti. Fakat şimdiki Filistin'in bulunduğu bu yerler, o vakit Amâlikalılar'ın işgali altında idi. Onları oradan çıkarmak için savaşmakla emrolunmuşlardı.
Musa Aleyhisselâm onlara:
"Ey kavmim! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. İçinizden peygamberler çıkarmış ve sizi hükümdar yapmıştı, dünyalarda kimseye vermediğini size vermişti.
Ey kavmim! Allah'ın size takdir ettiği Arz-ı mukaddes'e girin, ardınıza dönmeyin. Yoksa zarara uğrar, kaybedersiniz." demişti. (Mâide: 20-21)
Ne yazık ki İsrailoğulları, kendilerine vadedilen yere girmekten kaçındılar ve şöyle söylediler:
"Ey Musa! Orada çok zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça, biz asla girmeyiz. Eğer çıkarlarsa biz de gireriz." (Mâide: 22)
Akabinde şunları da söylediler:
"Ey Musa! Onlar orada oldukça, biz asla oraya girmeyiz. Sen ve Rabb'in gidin savaşın. Biz burada otururuz." (Mâide: 24)
Musa Aleyhisselâm'ın yakınlarından iki kişi, onlara şehrin kapısından girmelerini, girdikleri takdirde mutlaka galip geleceklerini söyledikleri halde, onlar girmemek için direndiler. Bütün ısrarlara rağmen yüz çevirdiler ve peygamberlerine bir çok gönül endişesi yaptılar.
Musa Aleyhisselâm da onlara gücenerek bedduâ etti:
"Rabb'im! Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebiliyorum. Artık bizimle, yoldan çıkmış bu milletin arasını ayır." (Mâide: 25)
Cenâb-ı Hakk sevgili peygamberine şöyle buyurdu:
"Orası onlara kırk yıl haram kılındı. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen, yoldan çıkmış fasık millet için tasalanma, üzülme." (Mâide: 26)
Böylece Arz-ı mukaddes'in kapısına kadar geldikleri halde, bu emr-i ilâhî'yi yerine getirmedikleri için Tih Çölü'ne düştüler. Yuşâ peygamberin kumandası altında yeni neslin Arz-ı mukaddes'i fethederek oraya girmesine kadar zillete düçar oldular.

İsrailoğulları Mısır'dan çıktıktan sonra, aslî vatanları olan Arz-ı mukaddes'e ulaşmak için uzun yollar katetmişler, ömürlerinin çoğunu çöllerde geçirmişlerdi. Arz-ı mukaddes'e geldikleri halde, orada zorba bir millet bulunduğunu bahane ederek oraya girmekten çekinmeleri üzerine, orası onlara kırk yıl haram kılınmıştı. Tih sahrasında her gün ileri-geri gidip-gelmek ve yine yerinde saymak suretiyle azap olundular.
Bir çok güçlüklerle, hatta kendilerini yok edebilecek büyük tehlikelerle karşılaştıkları halde; Allah-u Teâlâ onları bertaraf etmiş, kendilerine yeni yeni nimetler ihsan buyurmuştur.
Esaretten hürriyete kavuştular. Gölgelenmeleri için çölün kızgın sıcağında üzerlerine bulutlar gönderdi. Karınlarını doyurmaları için gökten kudret helvası ve bıldırcın indirdi. Susuzluktan ölecekleri bir sırada taştan pınarlar akıttı.
Bu ilâhi nimetlerin şükrünü edâ edecekleri yerde büsbütün şımardılar. Nimetleri beğenmemezlik ederek hıyar, sarmısak, mercimek gibi yiyecekler istediler. Hakk'ın taksimine razı olmadılar.
Bu kadar mucize yetmiyormuş gibi, dosdoğru inanabilmeleri için Allah'ı apaçık görmeyi şart koştular.
Nefislerini ıslah edecekleri yerde, bozgunculuk yaptılar. Kaskatı yürekleri yumuşamadı. Bunun için de tarih boyunca zilletten kurtulamadılar.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri İsrailoğulları'na vermiş olduğu nimetleri hatırlatarak, yaşayan milletleri ibret almaya ve intibaha dâvet ediyor:
"Ey İsrailoğulları! Size ihsan ettiğim nimetlerimi ve sizi bir zamanlar âlemlere üstün kıldığımızı hatırlayın.
Hiç kimsenin hiç kimseye bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden şefaâtin kabul edilmeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği azap gününden korkup sakının.
Hani size işkencelerin en kötüsünü tattıran, kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı boğazlatan Firavun hanedanından kurtarmıştık. Bu Rabb'inizin büyük bir imtihanı idi.
Denizi yarıp sizi kurtarmış ve gözlerinizin önünde Firavun hanedanını suda boğmuştuk." (Bakara: 47-50)
"Musa ile kırk gece için sözleşmiştik. Sonra siz onun ardından buzağıyı ilâh edinmiştiniz. Böylece kendinize zulmettiniz.
Bundan sonra şükredersiniz diye sizi bağışlamıştık.
Doğru yolu bulup hidayete erişesiniz diye Musa'ya kitap ve furkan vermiştik.
Musa kavmine 'Ey kavmim! Buzağıya tapınmakla nefsinize zulmetmiş oldunuz. Hemen yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürünüz. Bu, Yaratıcı'nızın katında sizin için daha hayırlıdır.' demişti. Allah da tevbenizi kabul etmişti. Çünkü o tevbeleri çok çok kabul edendir, çok merhametlidir.
'Ya Musa! Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız.' demiştiniz de gözleriniz göre göre yıldırım çarpmışa dönmüştünüz.
Bu ölü halinizden, belki şükredersiniz diye, sizi tekrar diriltmiştik.
Üstünüze bulutları gölge yaptık. Kudret helvası ve bıldırcın indirdik. 'Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin iyi ve güzel olanlarından yiyin.' dedik. Onlar bize değil, kendilerine zulmediyorlardı." (Bakara: 51-57)
"Hani siz 'Ey Musa! Biz bir çeşit yemeğe mümkün değil katlanamayacağız. Bizim için Rabb'ine duâ et de; yerin bitirdiği sebze, kabak, acur, sarmısak, mercimek ve soğandan yetiştirsin.' demiştiniz.
Musa da onlara 'Siz hayırlı olanı, daha aşağı olan şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? Öyle ise bir şehre inin, orada istediğiniz şeyler var.' demişti.
Üzerlerine zillet ve meskenet, horluk ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah'ın gazabına uğradılar. Öyle oldu; çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar, haksız yere peygamberlerini öldürüyorlardı. İsyana daldıkları, haddi aşıp aşırı gittikleri için bunu hak ettiler." (Bakara: 61)
"Bir zaman da sizden kesin söz almıştık. Tur dağını da, başınıza indirecek gibi bir vaziyette üstünüze kaldırıp 'Size verdiğimiz Kitab'a sımsıkı sarılın, içinde olanları hatırda tutun. Belki bu sayede sakınır, korunursunuz.' demiştik.
Bundan sonra yine sözünüzden döndünüz, yine yüz çevirdiniz.
Eğer üzerinizde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, elbette hüsrana uğrayanlardan olurdunuz." (Bakara: 63-64)

LAZ KAPİTAL kitabı

LAZ KAPİTAL kitabı...

Gülmek içün :))))

'Laz Kapital' '3 çocuk'tan yabancı futbolcu sınırlamasına kadar güncel meselelere bakın nasıl yorum getiriyor

Mizah yazarı, senarist Yılmaz Okumuş'un ana fikrini; 'Karl Marks Trabzon'da Dogsaydı'dan alan Laz Kapital, Marksizm'i Laz mantığıyla yeniden yorumluyor.
Kitapta Laz Marks'ın yazılarının yanısıra, Feridun Engels, Mustafa Kamil Zorti, Tonyali hoca ile asistanı Süleyman, Dersimli Marks, Hakan Şükür, Mustafa Topaloğlu ve Süleyman Demirel gibi otoritelerin Laz Kapital hakkında düşünceleri yer alıyor.
Asıl simdi baslayi!..Hacan son zamanlarda kulagima "Laz Marks'un soyledikleri artik hikaye oldi, tarihun soni celdi, ideoloji filan kalmadi..." gibi sozler geliyi...
Ula Petrus tipalari, ula dolar manyaklari, ula pilaza kadavralari, ula sermaye kutavlari, ula pili bitmis kuresel enteller, ula Amerikan bezleri, ula kilcigina sictugumun vicdansuzlari, hacan bi pokun bittugi yoktur, asil simdi baslayi... Hatta basladi bile... Laz Marks
Emperyalizum Karsusinda Ilk Yariyi Yenuk Kapattuk!
Bizum Sementa Recep vardur, iyi usaktur. Gecenlerde yekten dedi ki, "Laz Marks emice, sen boyle konisiyisun ama kimsenun daha iyi bir dunya munya ipledugi yok. Nasil olacak bu isler?" Usagum dedum, mutareke basini gibi konisma, bu sana gosterilen gercek.
Bir de, gercek olan gercek var. Korfez Savasi'ndaki petrole bulanmis karabatagi bile "Saddam yapti" diye yutturdilar size usagum.
Tamam, kabul etmek lazim, Emperyalizum karsusinda ilk yariyi yenuk kapattuk.Simdi soyunma odasinda yaralarumuzi sarayiruz.
Oysa maca, Emperyalizum'i kendi sahasina hapsederek baslamistuk. Vilademir'un attugigolle 1-0 one gectuk. Emperyalizum, Cinli'nun attugi golle dagilmisti.
Kademe anlayisi kalmamisti, elini kolini sallayan Emperyalizum'un ceza sahasina gireyidi. Cezayirli Ben Bela 4., Vietnamli Ho da 5. goli atmisidi. Efendum hizli gececegum, ilk yarinun sonlarina dogri sikor 9 - 0 olmisidi.
Ama ne oldiysa ondan sonra oldi. Emperyalizum birden 8 yabanciyla oynamaya basladi. Degil 9 kusurli hareket, 99 kusurli hareketi birden yapmaya basladi. Ne FIFA'yi ne de UEFA'yi dinleyidi.
Usaklarun suratina taban girmek mi istersun, yerde yatana kramponiyla basmak mi?.. Her turlu pisluk bunlarda. Macun hakemine bakayiruz, mudahale etsun diye.
Orali bile degil. "Ben bir sey gormedum" deyi. Sanirum Cem Papila'nun dedesiydi.Neyse, ilk yariyi 17 - 9 yenuk kapaduk ve surunerek soyinma odasina girduk.
Herces yerlerde, inleyen inleyene. Bazilarumuz, "2. yariya cikmayalum, bu Emperyalizum bizi kovaya cevirecek", "Buyuklugunu kabul edup secdeye varalum, elini opelum.
Belki bize aciyup birkac gol eksuk atar, belki bizi aralarina alurlar" deyi. Ula bu kadar buyutmeyun cozunuzde da!.. Bunlarun bildugi tek sey silah sanayidur.
Kucucuk bir Katrina Kasirgasiyla eli ayagina dolandi. Butun askerlerini dunyayi isgal etmek icun dort bir yana gonderdugi icun, yaralilari kurtaracak helikopter bile bulamadi.
Unutmayun, "Emperyalizum ucmaz, medyadaki muritleri ucurur"Simdi ikinci yariya cikacaguz.
Ara tiransferde kadroya Cavez'i ve Maradona'yi da kattuk. Kadromuz fena degildur, yurekten oynarsak bunlarla basa cikabiluruz.
Baktum bizum Sementa Recep'un yuzi guleyi, "Ne cuzel anlattun Laz Marks emice..." dedi.
Essegun onde gideni, mac kurgusuyla anlatmasaydum dinlemezdun ama...Tum Dunya halklariyla Lazlar kardestur.
Meta
Kapitalizum uretilen herseyi degisume sokup mallasturur, metalasturur. Resim, edebiyat, muzik, guzelluk alinup satilan bir metadur. Bizzat insanlarun kendileri meta haline gelmistur.
Iki uci metali deynek
Efendum meta iki yonlidur. Kullanum degeri ve degisum degeri vardur. Baluk Pazari'nun orada bizum usaklari bir araya toplayup buni orneklerle acuklamak istedum.
Foter Osman'i koni mankeni yaptum. Ula Foter Osman, 20 kilo hamsin var tamam mi? Tamam Laz marks emice.
"Simdi buni 20 metre kumasla degisturmek isteyisun." Ula bu dingil tutturdi "Ben degisturmem, hamsimi kimseye vermem"
Ula essegun onde gideni, haburaya size Laz Kapital'un can damari olan bir koniyi, degisum degerini acuklayacagum, bu tutturmis degisturmem diye. Bizum ornek yatti tabi. Keske hamsi ornegi vermeseydum.
Baluk ve hamsi paradoksi
Efendum bizum usaklara sinirlenince metanun degisum ve kullanum degerini anlatamadum. Gene 20 kilo hamsiyi ornek verecegum, fakat bu sefer Foter Osman denen bilim dusmani ve hamsi manyagi yoktur ornegumuzde.
20 kilo hamsiyi oturup afiyetle yersanuz bu metanun kullanum degeridur.
Yok eger "Cotumde donum yok, hamsi yemek benum neyume?" deyup 20 kilo hamsiyi 20 metre kumasla degisturursanuz bu da metanun degisum degerini olusturur.
Eger 20 kilo balukla... ozur dilerum hamsiyle, 20 metre kumasi degisturebileyisan bunun sebebi sudur; "meta"nun icinde donmis emek vardur.
Idris usagum, derin donduriciya koymana gerek yok, kendi icinde vardur zaten. 20 kilo hamsi yakalamak icun ne kadar balukci Cemal emegi (insan emegi) gerekiyisa, 20 metre kumasun uretimi icun da ayni miktar emek gereklidur.
Demek ki degerun ozi insan evladinun emegidur. Emegun miktari degerun miktarini tayin eder. 12 saatluk bir isle uretilen deger, 6 saatte uretilen degerun iki mislidur.Simdi diyebilursunuz ki, "Bulasuk Ahmet'un eli yavastur, agir is cikarur...
Bu tembel tenekenun 12 saatiyle Netceguk Hasan'un 12 saati ayni midur?" Degildur. Bizum olci aldugumuz Ahmet - Mehmet - Nobre gibi isini hile hurdayla yapanlar degildur.
Ortalama bir istur. Bu is daima esittur ve buna sosyal is denur.
Kapitalizum ve Hopdeduks
Efendum tahmin edecegunuz gibi, metayla - metayi degisturmek icun 20 kilo hamsiyi sirtuna vurup, carsu pazar gezinmek berbat bir istur.
Haydi 20 kilo hamsiyi tasidun, ya 20 tane beyuk kutugun varsa. Ula kutugu nasil tasiyacaksun?
Kutugun degisim degerini hayata gecurmek, Asteruks ve Hopdeduks disindaki insan evladi icun imkansuzdur. Uzatmiyayim, soninda butun metalarun yerine gececek ortak bir degisum degeri bulundi; para.
Boylece o zamana kadar sirtinda 20 kilo hamsiyle, 40 kilo tuzla gezinmekte olan insanluk beyuk bir zahmetten kurtulmistur.
Bakunuz, bel ve sirt agrilari, disk kaymasi paranun bulunmasindan sonra giderek azalmistur. Ta ki hali saha denen lanet bulusa kadar....
Ne ka usak o ka kofte
Baktum kahve halkindan bazilari da buni onaylayi. "Hee, kari koca kendi kendumuza kit kanaat da olsa gecinup gideyiruz. Eger bir usagumuz olmazsa maasumuz ikumuze yeter."
Hic soylemeye gerek yok ki, bu egemen siniflarun yutturmacasindan baska bir sey degildur. Bu hedef sapturmaktur, somuruyi gizlemektur...
Sen uc cocuk yerine hic cocuk yapinca kapitalizum seni pas gecmez. Gene tepene biner.
Ula guzel evladum, nicun burjuvazinun agzindan konisayisunuz? Onlara gore, ulkemiz sinirli olanaklara sahip bir ulkedur.
Bu olanaklarun, artan nufus karsusinda yetersuz kalmasi ve yoksullugun artmasi kacinilmazdur.
Bu nedenle, herkes "bakabilecegi kadar" usaga sahip olursa, sinirli olanaklar herkese yetecektur.
Patapat Suleyman burjuvazinun agzindan aktarmali olarak bizum usaklara sunu soyleyi; "Su anda elune gecen ayluk ucretle ancak kendi karnuni doyurabilursun.
Yeni bir usak yaparak kenduni yoksulluga mahkum edeyisun. Gecum sikintisi cekmenun nedeni, bizzat kendunsun. Kafani ve seyuni kullan, usak yapma."
Bu tur kici acukta kalmis teoriler, demokratuk devrimlerden korkan burjuvazinun isine yaramaktadur.
Yoksul kitlelerun ayaklanmasi karsusinda beyuk korkiya kapilan burjuvazi, bir tasla kus katliami yapmaktadur.
Hem ideolojik ve polituk bir salduri araci ele gecurmekte, hem da insan evladinun daha mutli ve daha ozgur kosullarda yasayacagi bir toplumun var olabilecegini perdelemektedur.
Yuz elli yildur soyleyiruk, sizun somurulmenuzun nedeni usak yapmak filan degildur. Emperyalistlerle butunlesmis yerli tekelci burjuvazi ve onlarla isbirlugi yapan beyuk tefeci -bezirgan ve toprak agalaridur.
Yukaridan asagiya, soldan saga, tersten-duzden nasil okursan oku, bu degismez.
Hos celdun bebek, soyilma sirasi sende
Sementa Recep gensori onergesi yemis Unakitan gibi yuzume bakayi, belli ki baglantiyi kuramadi.
Recep usagum anlatayim dedum, kapitalizum bebeklere zarar verur; cunki her yeni dogan bebek IMF'ye, Dunya Bankasi'na, emperyalizume borcli dogayi.
Pecii, bu bebekler beyudugi zaman hic sormayacak mi, "Ula ortalukta cagdas egitum verilen okul, hastalaninca gidecegum hastane, mezun olinca calisacagum bir is goremeyirum, bu paralari ne pok yemaga harcadunuz?"
Japon Prensi Mikasa bile ogrendi, ogrenme sirasi sende. O merak ettugun 100 milyarlarca dolari bankaci - ticaret burjuvasi - politikaci seytan ucgeninde ic ettiler evladum.
Bu paralar normal bir halk iktidarinda yol, su ve elektrik olarak geri donebilecekken sadece elektrik olarak geri dondi.
Oni da bizum solci usaklara verdiler. Yalnuz bu elektirik konusinda haklarini yemeyelum, devletun vatandasa bu kadar comert davrandugi az gorulmistur.
Bizum Erdogdi mahallesindeki sebil-ul hayrat cesmenun suyi gibi elektirik verdiler. Senun aklun simdi "kapitalizum insani iktidarsuz yapar" mevzusina takilmistur.
Acukliyayim. Bir dusun, bu kadar strese can mi dayanur? Uiy kredi kartinun faizi gelmis, uuy isten cikartilacak 10 kisinun icinde ben var miyim, eyvaah buzdolabinun senedini odeyemedum, ula cep telefoninun faturasi, usaklarun okul masrafi, evun kirasi derken vucuttaki kanun tamami bu sitrese harcanur ve halvet olmak icun sungersi dokiya bir damla aganigiluk kan kalmaz.
Tavuklar bile firarda
Kapitalizum sadece insana ve dogaya degil, hayvanlara bile zarar vermektedur. Misal; tavuklar.
Ac gozli kapitalizum tarafindan, halk otobusi gibi kalabaluk ciftluklerde sikis tikis yasatilan, dogal olmayan yemlerle beslenilen, kisacik omurleri boyinca inanilmaz derecede sitirese maruz birakilan tavuklar, enfeksiyon ve salgun hastaluklarina cok cabuk kapilmaktadur.
Caresuzluk icindeki tavuk aleminun 3'te 2'sinun psikolojisi bozuktur. Bu gun bir secim yapilacak olsa % 85'inun AK Partiye oy verecegi tespit edilmistur.
Sementa Recep iki cay daha soylerken ben devam ettum. Insan evladini para, pul, kariyer ve sitatu pesinde kosturan kapitalizum "En gucli sen olmazsan, altta kalup ezilursan Kobayluk Ligi'ne kume dusersun" diye tehdit etmektedur.
Tek kurtulus yoli olarak bize, birbirumuzun gozini oymayi biraktugi icun, haliyle yapmadugumuz rezilluk kalmayi tabi. Muhim olan geyigun muhabbetini yapmak degil, geyigi yakalamaktur.
Bizum gibi geri - birakturulmis ulkelerdeki oligarsinun yapisi, oligarsuk dikta seklini almaktadur. Cunki ulkedeki kapitalizum, kendi ic dinamigi ile degil, yukaridan asagiya gelisturulmistur.
Kokli bir gelenegi olmadugi icun, zora girdugi her an proletaryanun ve emekci halkun demokratuk hak ve ozgurluklerini rahatlukla rafa kaldurmaktadur.
Efendum bu gayri insani sistemun raf omri gecmistur. Hala devam etmesi gercek hayattaki Coni ve Dursunlar yuzundendur.
...bu aldatmacayi en ince ayrintisina kadar anlatup, kapitalist zihniyetun ipluguni bir kez daha pazara cikaracagum.

harry potter ve melez prens

Filmin Özeti : Voldemort hem Muggle hem de büyücüler dünyasındaki kıskacını daraltmaktadır ve Hogwarts artık bir zamanlar olduğu güvenli liman değildir. Harry tehlikenin kalenin içinde bile olabileceğinden şüphelenirken, Dumbledore da Harry'yi hızla yaklaşmakta olduğunu bildiği nihai savaşa hazırlamaya her zamankinden kararlıdır. Birlikte, Voldemort'un savunma hattını kırmanın yollarını ararlar. Bu amaçla, Dumbledore eski bir dostu ve meslektaşı olan, çok önemli bilgilere sahip olduğunu düşündüğü Profesör Horace Slughorn'u görevlendirir. Profesör iyi bağlantıları olan, iyi yaşamayı seven, saf bir insandır.Bu arada, öğrenciler bambaşka bir rakibin kuşatması altındadırlar: Gençlik hormonları zirveye tırmanmaktadır. Harry, Ginny'ye gitgide daha çok aşık olmaktadır; ama Dean Thomas'ın da durumu aynıdır. Lavender Brown ise kendisi için doğru kişinin Ron olduğuna karar verir. Hesaba katmadığı şey ise Romilda Vane'in çikolatalarıdır! Diğer yandan Hermione da kıskançlıktan çatlamaktadır ama duygularını göstermemeye kararlıdır. Romantizm dallanıp budaklanırken, bir öğrenci tüm bunların dışında kalır. O, karanlık bir şekilde de olsa ismini hafızalara kazımayı kafasına koymuştur. Havada aşk kokusu vardır ama trajedi kapıdadır ve Hogwarts bir daha asla aynı olamayabilir.

gönül yarası filminin finali ve türküsü

42. Antalya Film Senligi, 2005 - Sener Sen - En Iyi Erkek Oyuncu 42. Antalya Film Senligi, 2005 - Timucin Esen - En Iyi Yardimci Erkek Oyuncu 42. Antalya Film Senligi, 2005 - Tamer Ciray - En Iyi Muzik Goruntu Yonetmeni: Soykut Turan Senaryo: Yavuz Turgul Nazim Yapimci: Mine Vargi, Omer Vargi, Mustafa Oguz Muzik: Tamer Ciray Sanat Yonetmeni: Sirma Bradley
(Sener Sen), ogretmenlikten emekli olduktan sonra Istanbul'a doner. Emekli maasi baglanincaya kadar bir takside calismaktan baska care bulamaz. Bir gun musteri olarak pavyon sarkicisi Dunya'yi (Meltem Cumbul) alir taksisine. Nazim, kadini her gece pavyona getirip goturmeye baslar, ta ki Dunya'nin eski kocasi ve belalisi Halil (Timucin Esen) pavyonu basana,
ortaligi dagitip Dunya'nin yaralanmasina neden olana kadar! Halil kacar. Yarali, bitkin ve kimsesiz Dunya pavyondan kovulup kiziyla birlikte ortada kalinca Nazim kadina kucak acar. Intikam almaya yeminli bir koca, kaderi neyse onu yasamaya hazir, hayata karsi pervasiz bir kadin ve kadini her seye ragmen korumaya calisan bir adam. Herkes dogru bildigini yapmak icin gidebilecegi yere kadar gidecektir. Gerekirse...Olume kadar. [image: img503/9272/eteksarioc3.jpg] <http://www.youtube.com/watch?v=HKIPwHHeM3o>. *YouTube: * ** *http://www.youtube.com/watch?v=HKIPwHHeM3o *<http://www.youtube.com/watch?v=HKIPwHHeM3o>
*Filmin final sahnesinde Meltem Cumbul' un soyledigi* *"Etek sari sen etekten sarisin" turku sozleri:*
*Malatya/Arguvan-Hasan Durak * Etek sari sen etekten sarisin Kurban olam beydaginin karisin Sordum sual ettim kimin yarisin Ben sormadan dolu gibi dokuyu
Bir koynek diktirdim kolu dugmeli Herkes kaderine boyun egmeli Deli gonlum cirkine bel baglama Sevdigin yar Malatya'yi degmeli
Bir koynek diktirdim hasa bezinden Alem dusman oldu senin yuzunden Eger gurbet ele gider donersem Ahdim vardir opecegim yuzunden
******
*meltem cumbul' dan film muzigi:*
*MP3 iNDiR <http://rapidshare.com/files/56113017/Meltem_Cumbul_-_Etek_Sar__305_.m...>

beyinler gottfriend benn

HER KİM Kİ, SÖZCÜKLERLE YALAN SÖYLENEBİLECEĞİNE İNANIYORSA, İŞTE BUNUN BURADA GERÇEKLEŞTİĞİNİ DÜŞÜNEBİLİR
Evvelce pek çok kez kadavra açan hekim Rönne, Almanya'nın güneyinden kuzeyine doğru gidiyordu. Son ayları hiçbir şey yapmadan geçirmişti; iki yıl boyunca bir patoloji hastanesinde görevliydi, yani bu da kendine gelme fırsatı bulamadan elinin altından yaklaşık iki bin kadavranın geçmesi demekti, ve işte bu nedenledir ki garip ve açıklanması olanaksız bir biçimde tükenmişti.
Şimdi cam kenarında bir yer kapmış ve dışarıya bakıyordu: üzüm bağları boyunca gidiyoruz demek ki diye mırıldandı kendi kendine, epeyi düz, gelincik tüten tarlaları geçerken. Hava biraz sıcaktı; bir mavilik bastırdı gökyüzünü ansızın, nemli ve kıyılardan esip gelen; bütün evler güllere yaslanmış hatta kimi yitip gitmişti içlerinden tamamen. Bir defter ve kalem alıp olabildiğince çok yazmak istiyorum akıp gitmesinler aşağılara diye. Bunca yıl yaşadım ve her şey yitip gitti. Başladığımda, bende kaldı mı? Artık bilmiyorum.
Sonra tünellere girdikçe gözler sıçramaya hazır, ışığı yakalamak için yeniden; erkekler samanların içinde çalışıyordu, ahşap köprüler, taş köprüler; bir kent ve bir araba dağların ötesindeki bir evin önünden.
Veranden, Hallen, Remisen hepsi de bir dağın seviyesinde bir ormanın içine kurulmuş. Rönne burada başhekime birkaç hafta vekillik edecekti. Yaşam ne kudretli diye düşündü; bu el daha az çalışkan olamazdı ve sağdakine baktı.
Ortalıkta çalışanlardan ve hastalardan başka kimsecikler yoktu; epeyi yüksekçe bir yerdeydi hastane, için için heyecanlanıyordu Rönne; yalnızlığıyla, çevresini sardığı o ışığıyla hastabakıcılarla gayet mesafeli bir biçimde iş konuştu.
Yapılacak her şeyi onlara bıraktı; kol çevirmeyi, lamba takmayı, motor çalıştırmayı, bilimi, art arda gelen el hareketlerinden bağımsız görmek rahatlatmıştı onu, bunların kaba olanları bir demircinin, inceleri de bir saatçinin el hareketlerine eşdeğerdi. Sonra kendi ellerini aldı önüne, röntgen borularının üzerinden geçirdi onları, kuvars lambasının cıvatasını dürttü, ışığın, üzerine düştüğü sırtta önceden açılmış bir yarığı uzattı ya da daralttı, oradaki kulağın birine bir huni itekledi sonra bir pamuk alıp kulak yoluna yatırdı ve kulağın sahibi üzerinde yaptığı işin sonuçlarını almak için derinleşti; yardımcıların, tedavinin, iyi hekimin, genel güvenirlilik ve yaşamın genel hazları üzerine görüşleri nelerdi ve suyukların arasındaki uzaklık ruhaniyeti nasıl dokumuştu. Sonra önüne bu kaza geldi ve o, bir pamukla sarmalanmış küçük bir tahta parçası alarak onu parmağın altına yerleştirdi sonra sarıp sarmalarken bunun bir çukurun üzerinden ya da aşırı cesaretle kayıtsızca bir ağaç kökünün üzerinden atlarken, kısacası, bu yaşamın gidişatının ve yazgısının ne gibi bir ilişki içinde kırılmış olabileceği üzerine kafa patlattı bir süre, uzaktaki bir kimse ve kaçak gibi ve derinliğe boyun eğdi, acının vurduğu anda uzaktaki bir sesin kendi duyurması gibi.
Devasızları, bu gerçeğe peçe vurulması koşuluyla, ölümün beraberinde getirdiği yazçiz ve pislik angaryalarından ötürü ailelerine devretmek usuldendi. Rönne böyle bir olaya tanık olmuştu, onu şöyle bir gözden geçirdi: önde yapay bir açıklık, arkada yatmaktan aşınmış sırt ve ikisinin arasında bir parça telesimiş et; kür'e hak kazanabilmekteki başarısından ötürü adam kutlayıp lök lök uzaklaştı oradan. Eh, artık o, evine gidecek ve ağrılarını, iyileşme süreci içinde dayanmak zorunda olduğu yönetici olarak duyumsayacak, yenileşme kavramı altına ulamlayacak, oğluna direktifler verecek ve kızını yetiştirecek, yurttaşı yüksek tutacak, komşusunun genel görüşlerini kabullenecek, ta ki, bir gece kan boğazına doluncaya dek diye düşündü Rönne. Her kim ki, sözcüklerle yalan söylenebileceğine inanıyorsa, işte bunun burada gerçekleştiğini düşünebilir. Oysa ben sözcüklerle yalan söylemeyi becerebilseydim burada olmazdım sanıyorum. Ne yana bakarsam bakayım, yaşamak için bir sözcük gerekli. Keşke yalan söylemiş olsaydım ona "ucuz kurtuldunuz!" derken.
Bir sabah sarsıntı içinde kahvaltı masasının başında oturuyordu; öyle dalmıştı ki: başhekim yolculuğa çıkıyor ve onun vekili geliyor hemen şu saatte, yatağından kalkıp ekmeğe davranıyor. İnsan, yediğini sanırken kahvaltı onun çevresinde çabalıyor. Her şeye karşın verilebilecek buyrukları veriyor, sorulacak soruları soruyordu; sağ elinin bir parmağıyla sol elindeki bir başkasına vuruyordu, sonra bir akciğer beliriverdi onun altında; yatak yatak dolaştı: günaydın, gövdeniz ne alemde? Ama artık koridorlarda giderken herkesi, işi gerektirse de, tek tek sorgulamadığı olabilir, konu ister o kimsenin öksürük sıklığı isterse bağırsaklarının sıcaklığı olsun. Yatakhaneler boyunca gittiğinde –bu onu derinden uğraştırıyordu- çifter çifter gözlerin içine düşüyorum, ayırdıma varılıyor ve akıllardan geçiyorum. Cana yakın ve ciddi eşyalarla aramda bir bağ kuruluyor; belki de özlemini çektikleri bir ev, bir zamanlar tadına bakmadıkları bir parça tabaklık ağaç. Ve gözlerim vardı benim, bir zamanlar gerisingeri giden, evet efendim, ben vardım: sorusuz ve derlenmiş. Nereye vardım? Neredeyim? Küçücük bir kanat çırpış, bir esinti.
Kara kara düşündüydü ne başladığını, ama artık bilmiyordu: bir sokak boyunca giderken bir ev görüyor ve bunu Floransa'daki bir saraya benzetiyorum, oysa cepheyi yalayıp sonra sönen bir ışıktı bunlar.
Tepemde bir şeyler gittikçe zayıf düşürüyor beni. Gözlerimin ardındaki dayanak yok artık. Sonu gelmez dalgalanmalarda oda, bir zamanlar akıp gidiyordu oysa bir yerde. Önceleri beni taşıyan bu kabuk paramparça şimdi.
Böyle turları tamamlayıp da odasına geldikten sonra sık sık ellerini bir o yana bir bu yana çevirir ve öylece bakakalırdı. Bir defasında hastabakıcılarından biri, onu, ellerini koklarken ya da daha doğrusu havalarını sınamak istermiş gibi üzerlerinden geçerken ve sonra avuç içlerini yukarı doğru eğimli açıp küçük parmaklarını kavuşturarak sanki beyaz ve iri kabuklu bir meyveyi ayırmak ya da bir şeyi bükmek istermiş gibi bir durumda gördü. Daha sonra gördüklerini diğer hastabakıcılara da anlattı; ama hiç kimse bunun ne anlama geldiğini çözemedi. Ta ki, günün birinde hastanede irice bir hayvan kesilene değin. Rönne görünüşe bakılırsa oraya rastlantı sonucu geldiğinde hayvanın kafası kırılmaktadır, içinden çıkanları ellerine alır ve şöyle bir ayırır birbirinden. İşte o an hastabakıcı daha önce gördüğü o garip hareketi anımsadı. Ne var ki, aradaki ilintiyi kuramadığından bir süre sonra gördüklerini unuttu.
Rönne ise bahçelerde geziniyordu. Yazdı; engerekotları mavisini sallıyordu göğün, güller açıyordu, tatlı tatlı kesilmiş başları. Toprağın fışkırışını sezinliyordu: topuklarının ucuna ve şiddetin kabarmasına değin; ama kanında değil. Özellikle gölgeli ve oturma banklı yollarda yürüdüğü; ışığın acarlığı karşısında sık sık dinlenmesi gerekiyordu ve soluksuz bir gökyüzünün keyfine terk edilmiş olduğunu duyumsuyordu.
Yavaş yavaş işini de düzensiz bir biçimde yapmaya başlamıştı; özellikle, hastane yöneticilerine ya da başhemşireye herhangi bir şeyle ilgili açıklama yapması gerekiyorsa, o konuda kendisinden ille de yanıt beklenmiyorsa işte o zaman tam anlamıyla ruhen çöküveriyordu. Olup biten bir şeyle ilgili olarak ne söylenebilirdi ki? Keşke böyle olmasaydı da biraz başka türlü olsaydı mı demeliydi? O an öyle de böyle de boş kalmayacaktı. Oysa o bulunduğu yerden bakakalıp odasında dinlenmek istiyordu.
Uzanması, birkaç hafta önce bir göl kıyısından ya da dağları aşıp gelmiş birinin uzanması değildir; tersine gövdesi, uzandığı yerle bütünleşip daha yıllar önce zayıf düşmüş gibidir; ve kendisinde katı ve sanki balmumundan bir şey vardı, sanki çevresini ören gövdelerden çekip alınmış bir şey.
İleride de elleriyle epeyce uğraşacaktır. Kendisine hizmet eden hastabakıcı çok seviyordu onu; o ise durumu tam anlamıyla kavramasa bile, hastabakıcıyla yalvarırcasına konuşurdu. Sık sık alaylı bir dille başlardı: bu ne idüğü belirsiz tanıdığını, ellerinin onları tuttuğunu söylerdi. Ne ki, sonra yeniden bulanıklaşırdı: onların yasaları bize yabancıydı ve yazgıları, üzerinde seyrettiğimiz bir ırmak denli belirsizdi. Ve sonra tamamen sönmesi, manzara ise daha bir gece içinde: onun direktifi olmaksızın ve ona danışmaksızın çözülecek olan on iki kimyasal birimin bir araya gelmesidir söz konusu olan. Nereye söylemeliydi öyleyse insan kendini? Üzerlerinde uçup gidecekti.
Dediğine göre hiçbir şeyle karşı karşıya değildi artık; oda üzerinde hiçbir yetkinliği yoktu; neredeyse aralıksız uzanmış ve kımıldamıyordu hiç.
Odasını bir güzel kilitlemişti arkasından, kimse üstüne çullanmasın diye, oysa açmak ve o kimseyle yüzleşmek istiyordu.
Hastanenin demirbaşı olan bir arabayı örgütlemişti, kent dışında gezip tozmak istiyordu; arabanın yuvarlanışı hoşuna gitmişti, gözlediği buydu: öyle uzaklardaydı ki, bu, eskiden olduğu gibi, yabancı bir kentte de oluyordu işte. Sürekli aynı konumdaydı: kaskatı sırtüstü. Sırtüstü yatıyordu upuzun bir sandalyede, sandalye dümdüz bir odadaydı, oda ise bir evin içinde ve ev de bir tepenin üzerinde. Birkaç kuşun dışında en yüksekteki hayvandı o. İşte toprak eter tabakası boyunca ve sarsmadan, yıldızları yalayarak uzaklara taşıdı onu.
Bir akşam, aşağıya, yatakhanelere gitti; şezlongların ak örtüleri altında nasıl da iyileşmeyi bekliyordu; orada nasıl yattıklarına baktı şöyle bir: hepsi de sıladan, bol düşlü uykulardan, akşam eve dönüşlerden, baba-oğul türkülerinden, talih ve ölümün arasından kopup gelmiş –salona boydan boya baktı ve çıkıp gitti. Başhekim geri çağrıldı, sevecen bir adamdı, dediğine göre kızlarından biri hastalanmıştı. Rönne ise dedi ki: bakınız, şu ellerimle tuttum, yüz ya da bin tane vardı; kimi katı kimi yumuşaktı ama hepsi de balçıklaşmıştı; erkekler, kadınlar iyice telesimiş ve kan çanağı gibi. Artık kendiminkini tutuyorum ellerimde ve devamlı araştırdığım benimle neyin olası olabileceğidir. Doğum kaşığı şakağımı biraz daha fazla kıstırmış olsaydı?.. Eğer sürekli kafamın belli bir yerine vurulsaydı?.. Beyinlere ne oluyor böyle? Derbendin içinden uçup yükselmek isterdim her zaman; oysa şimdi dışarıda kristalin içinde yaşıyorum. Eh, artık lütfen yol verin bana, savrulayım yine - öylesine bitkindim ki - bu kez kanatlarla turluyorum - mavi denizşakayığı kılıcımla - ışığın öğleüstü pikesinde - güneyin yıkıntıları içinde - paramparça olmuş bulutlar arasında - alınların un ufak oluşunda - şakaklardaki bombenin alınışında.
(1915)Almanca'dan çev: Yücel Sivri
* Düşler Öyküler, Nisan 1996, Sayı 1.

baris akarsuyu kaybettik

Türkiye'nin kalbi onunlaydı. Ancak Barış Akarsu'dan kötü haber geldi..

Bodrum'da geçirdiği trafik kazasında ağır yaralanan sanatçı ve oyuncu Barış Akarsu'nun hayatını kaybettiği açıklandı..Bodrum'da geçirdiği trafik kazasında ağır yaralanan ve Bodrum'da bulunan Özel Bodrum Hastanesinde tedavi altına alınan Barış Akarsu'nun sağlık durumu hakkında basın toplantısı düzenleyen hastanenin başhekimi Opt. Dr. Abdullah Servet, sanatçı için yapılabilecek her şeyi yaptıklarını söylemişti.Doktorun açıklamasının ardından aralarından Barış Akarsu'nun yakınları ile bir televizyon dizisinde birlikte rol aldıkları Merve Sevi ve hayranları sinir krizi geçirdi.

Baris'imizi kaybettik. Yikildim kalbim parca parca. Dualarimiz gozyaslarimiza karisti. Ne yazik ki hayatin bir hakemi yok. Kara bulutlarin coktugu andan beri onu her daim kara gozlerindeki pariltiyla kalbimizde tasiyacagimizi biliyorum. Cunku Baris'lar olmez, sadece biraz uzaga duserler.
Bu yuzden hasretleri buyuk ve acilari sarsici olur.
Bir gun evet bulusacagiz ama simdi dayanmak bu aciyla basetmek lazim.

Türkiye'nin sınırları değişsin -nerede Misk-ı Milli sınırları?

Türkiye'nin sınırları değişsinBBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, Türkiye'nin sınırlarının değişmesini istediBBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, ''PKK'nın son yaptığı operasyonlar, kesin olarak bir dış destek aldığını ortaya koyuyor. Türkiye'nin sırtını Gabar'a dayayacak şekilde sınırları yeniden belirlenmeli'' dedi.Muhsin Yazıcıoğlu, partisinin Kocaeli il başkanlığında düzenlediği basın toplantısında, gündeme ilişkin açıklamalarda bulundu. Türkiye'nin gündeminin teröre odaklandığını, ülkenin can yakıcı bir terörle karşı karşıya olduğunu belirten Yazıcıoğlu, terörün dış kaynaklı, bölgesel değişimleri oluşturabilmek ve yeni haritalar çıkartmak için organize edilmiş bir örgütün faaliyetlerinden kaynaklandığını bildirdi.Anti terör timleri kurulmalıTerörle mücadelenin özel birliklerce yürütülmesi gerektiğini belirten Yazıcıoğlu, ''Karşısında kararlı bir siyasi irade ve bu iradenin gösterdiği hedefleri vuracak, sonuç alma ve tam isabet kaydedecek, yetişmiş, özel birlikler bu mücadeleyi yapmalıdır. Mobil özel timler kurulsun, mevcut terörle mücadele konsepti değiştirilsin, Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Irak arasındaki sınır yeniden belirlensin'' dedi.Sınırlarımız güneye kaydırılmalıMevsim koşulları ağırlaşmadan sınır ötesi operasyon yapılması gerektiğini ileri süren Yazıcıoğlu, şöyle devam etti:''İktidar, aldığı tezkere yetkisini bir an önce kullanarak Türkiye'ye kafa tutan, Türkiye'ye karşı pervasızlık yapan Barzani'yi ve bölgedeki diğer olumsuz güçleri etkisiz hale getirecek şekilde bir operasyon yapmalıdır. Sınır düzenlemesi derken, orada yeni devletçikler kurulsun demiyorum. Tamamen Irak ve Türkiye arasındaki sınırı kastediyorum. Gabar'a sırtımızı dayayarak ülkeyi koruyabiliriz. Gabar'ın güneyine inerek, sırtımızı Gabar'a dayayarak ülkemizi koruyacak yeni bir sınıra ihtiyaç vardır.''

29 Nisan 2009 Çarşamba

Yolcudan yol öğrenilmez

Yolcudan yol öğrenilmez.

Hayatında iki defa hırsızlık yapan birinin hemşe(h)ri olduğunu görünce, o şehir anılınca aklına hırsızlık geliyorsa hırsız bunlar hırsız denir.
Eğitim seviyesini gösterir.
Bölgelere göre ergenlik değişebilir.
Bölgelere göre her şey değişebilir.
6 yaşındaki çocuğun 8 yaşındaki çocuğa emanet edilmesi doğuda normal olmasına rağmen, batıda ise 11 yaşındaki hala çocuktur.
8 yaşındaki çocuk akıllı(duygusuna kapılmadan aklıyla hareket edebilen) sayılsa da ergen sayılamaz.
Sapıklıktır.
Beşik kertmesi ise ebeveynin çocuğu hakkında evlenme kararı vermesidir.
Beşikte kertilenler yaşıttır. Ahlakidir. Ancak mantıklı değildir kişi eşini kendi seçmelidir.
Eskiden öğretmen kızardı. Çocuk hakları dendi. Şimdi çocuk hakları maşallah iyi. Öğretmene saygı düştü.
Eğer çocuk hakları vs. kanunlarını çıkaranlar akıllı olsaydı. Öğretmenler bu durumda olmazdı.
ben orta halli saygılı biri olarak geç kaldığımda bile öğretmenimin önünde yürümezdim.
Bakkalda aldığımı diğer bakkaldan saklardım.
O zamanlar (içini göstermediği için) siyah poşet şartı vardı.
Başlığı unuttum ben...